25 Aralık 2014 Perşembe

Küba...Hasta Siempre !

Çoğumuz yıllardır artık iyice klişeleşmiş şu cümleyi kurmuşuzdur : "Fidel Castro ölmeden mutlaka Küba’ya gitmek lazım". Benim Küba’ya gitme hayalim yıllar önce İstanbul Film Festivali’nde Buena Vista Social Club’ı izlediğimde tetiklenmişti. 2000 yılındaki İstanbul Caz Festivali'nde Buena Vista Social Club’ın konserine giden şanslı insanlardandım. Çok ilerlemiş yaşlarına rağmen muhteşem bir performans gösteren Compay Segundo ,  Ruben Gonzalez, İbrahim Ferrer ve Omara Portuondo’yu ağzım açık , içim coşkuyla dolup taşarak dinlemiş , konseri en önlerden izleyen Küba dostlarının bu özel ülkeye duydukları sonsuz sevgi ve sempatiyi ben de iliklerime kadar hissetmiştim. Çocuklarının adını Fidel koyacak kadar çok Küba’yı seven ve devrime sempati duyan insanlarımız olduğunu da o konserde görmüştüm. Daha sonraları Compay Segundo ,  Ruben Gonzalez, İbrahim Ferrer vefat ettiğinde çok üzülmüş , ancak onları hayattayken gördüğüm ve dinlediğim için de kendimi çok şanslı hissetmiştim. Nur içinde yatsınlar. Güzel Küba’nın güzel insanları...


Nihayet Küba’ya gitme hayalimi gerçekleştirip çok sevdiğim insanlardan oluşan 16 kişilik harika bir grupla, uzun bir uçuş sonrası 10 Aralık akşamı Havana’ya vardık. Yol yorgunu baygın gibi uyuduğum gecenin ardından Havana’daki ilk sabaha uyandım. Otelin kahvaltısına indiğimde sabahın 8’inde kahvaltı salonunun bir köşesinde canlı müzik yapıldığını gördüm ve “işte bu” dedim ! Sabah uyanır uyanmaz müzik dinlemeye başlayan bir insan olarak benim için bundan daha güzel bir güne başlangıç olamazdı. Sokağa çıktık , rengarenk eski Amerikan arabaları ve binlerce eski binayla dolu Havana sokaklarında gezmeye başladık. Şehrin çoğu binası yıkık dökük, bakımsız ama bu eskilik niyeyse beni hiç hüzünlendirmedi. Herşeyin , her mekanın çok hızlı değiştiği dünyamızda , zamanın 1959’da donduğu hissini yaratan evlere ve arabalara bayıldım ben. 


Havana Küba’nın başkenti. Aynı zamanda Karayipler’in en büyük şehri. Geçim kaynağı puro, şeker kamışı ve mısır. Ve tabi turizm. 





Havana sokaklarında çoğu yıpranmış, bazıları biraz daha bakımlı evlerin arasından geçerek yürüdüm , evlerin kapıları açıktı, merakımı dizginleyemeyip baktım ben de. Evlerde pencere pek yok , parmaklıklar var çoğunda. Evin hemen girişinde bir kaç yıpranmış , eski koltuk veya sallanan sandalye, bir de eski bir televizyon.


Neredeyse hiçbir yerde Fidel Castro’nun heykelini ya da resmini görmedim. Sadece devrim müzesinde ve bir-iki sokak arasında karşıma çıktı Castro’nun resimleri. Che ise heryerde, her an vardı.



Gördüğüm nadir Fidel Castro resimleri. İlk resim Devrim Müzesi’nden , diğeri de bir sokak arasında, duvarda...




Tatil boyunca elimizden düşmeyen puroların üretildiği puro fabrikası. Tabi ki devlete ait.


56 yıldır komünist rejimde yaşayan Küba’da Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra oradan gelen desteğin kesilmesiyle epey sıkıntılı bir dönem başlamış. Devlet yardımları azalmış. Hala da insanlar genel olarak yoksul. Ortalama aylık ücret 15-20 Dolar civarında. Profesörler bile ayda en fazla 40 Dolar kazanıyor. Ama insanlar yine de mutlu. En azından burnundan öfke soluyan, suratı bir karış insan pek yok ortalıkta. Fidel Castro fakirliğe rağmen halkının çok da mutsuz olmayışını şöyle açıklamış: “Biz en zor günlerimizi, hayatımızın neşesine, müziğe, hayat tarzımıza sarılarak atlattık.”

Aylık ücretler çok düşük olsa da son yıllarda gelişen turizmle bazı Küba’lılar kendilerine ek gelir sağlayabilir hale gelmiş. Örneğin evlerinin odalarını kiralayarak ya da 1950’li yıllardan kalmış ama özenle korudukları arabalarıyla turistleri gezdirerek para kazanabiliyorlar. Her köşe başında rastlayabileceğiniz sokak müzisyenleri CD’lerini satarak, ya da resim çektirmek isteyen turistlerin verdiği bahşişlerle ek gelir sağlıyorlar. Yani halkın bir kısmı bir şekilde para kazanmanın yolunu buluyor. Ek gelir sağlayamayan insanlarsa devletin verdiği kadarıyla yetinmek durumunda. Sadece aşağıda resmini gördüğünüz tür bakkallardan temel ihtiyaç maddelerini alabilecek durumdalar. 


Küba tam bir canlı müzik ülkesi. Her sokakta, her köşebaşında, her kafede ve restoranda müzik var.



Turizme her geçen gün daha da alışıyor Küba halkı. Turistler için gayet yüksek standartlarda oteller ve restaurantlar var. Küba'lıların geçerli bir sebep olmadığı sürece ülkedeki otellerde konaklamaları yasak. Yalnızca otelin lobi, gece klubü gibi bazı kısımlarına girmelerine izin veriliyor. Otelin güvenlik görevlileri kendi vatandaşlarını göz takibine alarak, hangi amaçla orada olduğunu sorabiliyor. Leziz yemekler yediğimiz ,  içtiğimiz tüm mekanlarda Küba halkının , yani ülkenin gerçek sahiplerinin o güzelim yerlere giremiyor olmasını iç acıtıcı buldum aslında. Turistler için gayet güzel , yüksek standartlı oteller varken Küba halkının payına düşense turistlerin otel odalarından alıp yollarda rastlaştığı Küba’lılara verdikleri minik otel sabunları, şampuanları. Devrime ve Küba’daki sosyalist sisteme romantik bir yaklaşımla “ama halk mutlu , herkes eşit, devrim yıllarca başarılı olmuş” derken bir yandan da “iyi de kardeşim dondurma yemek için bile bir ay beklediği olmuş bu insanların , turistlerin verdiği bir sabun , çikolata için bile delice seviniyorlar , neyleyim böyle devrimi” şeklinde karmaşık duygular içinde kalmadım değil...

Havana’dan sonra Varadero’ya gittik, bir Karayip cenneti. Turkuaz deniz, bembeyaz kumlar ve yürürken ayağımızın dibine yuvarlanan hindistan cevizleri...”Yeniden doğdum” hissi yaratan bir kumsal...



Ve tabi yine müzik , müzik , müzik...


Ve Varadero’da yoga ...Daha iyi bir yer olamazdı.


Yemeklerde bolca deniz mahsülü... Yemek yediğim her yeri çok sevdim. Favorim Havana San Francisco meydanındaki Café del Oriente oldu , bir de La Fontana.



Küba televizyonunda sadece iki adet devlet kanalı var ancak bazı insanlar kaçak anten kullanarak uydu yayını seyredebiliyor. Tabi aslında uydu yayını izlemek yasak, ancak pek çoğu gibi bu da delinmiş bir yasak. Alışveriş yaparken konuştuğum bir Küba’lı Türk olduğumu öğrenince bana “Muhteşem Yüzyıl”ı pek sevdiğini anlattı mesela .

Sokaklarda gezerken arada öğrencileri gördük. Yoksulluğa rağmen özenle giydirilmiş çocuklar. Öğrencilerin formaları pırıl pırıl, onlara iyi bakıldığını ve eğitimin önemsendiğini anlayabiliyorsunuz. Eğitim düzeyi çok yüksek Küba’da. Ayrıca Küba dünyada çocuk ölüm oranlarının en düşük olduğu ülkelerden. Çok değerli doktorlar çıkıyor Küba’dan. 


Küba’nın gençleri...


Resimlerden de tahmin edebileceğiniz üzere Küba gençliği devrime mesafeli...Onlar günümüz standartlarına ulaşmak istiyorlar. Devrim ve Fidel Castro ile pek bir gönül bağları yok gibi...


Küba’da dikkatimi çeken bir şey de etrafımdaki insanlardan hiç ter kokusu gelmiyor olması. Oysa Karayiplerin ortasında, her daim sıcak ve rutubetli. Yani doğal olarak insan terler. Robin Hood edasıyla otel odamızın banyosundan alıp dağıttığımız sabun ve şampuanlara inanılmaz seviniyorlar. Demek ki sabun onlar için büyük bir lüks. O zaman nasıl oluyor da sıcak havaya ve rutubete rağmen ter kokmuyor bu sevimli memleketin insanları?

Ernest Hemingway – Muhtemelen bu hayatta Küba’nın tadını en çok çıkarmış insanlardan olan Hemingway’i es geçmeyelim...
Küba’ya ilk kez 1928’de gelen yazar, karısına gönderdiği mektupta “son zamanlarda kendime hayatımın geri kalan günlerinde ne yapacağımı soruyordum. Şimdi yanıtını biliyorum: Küba’yı anlamaya çalışacağım” diye yazıyor. 1932 Nisanı’nda adaya geri dönen Hemingway 1933’te uzun süreli kalmak için geliyor ve eski kentin tam merkezindeki Ambos Mundos otelinin 511 numaralı odasına yerleşiyor. Daha sonraları aşağıda resmini göreceğiniz çiftlik evine taşınıyor. Yıllarca Küba’da yaşayan ve Küba ile anılan yazar, devrimden yaklaşık bir sene sonra Florida’ya dönüyor. 22 Temmuz 1961’de tüfeğini ağzına dayayıp tetiği çekerek intihar ediyor.


Hemingway’in çok sevdiği bar “Floridita” . Ve meşhur kokteyli Daiquiri . Hemingway her sabah saat 10’da Floridita barına gelir, sandalyesine oturur, gazetesini getirtir ve daiquiri’sini içermiş. 


Hemingway’in evi



Havana ve Varadero’dan sonraki durağımız Trinidad şehri oldu. UNESCO tarafından koruma altına alınmış olan Trinidad , mimarisi koloniyel dokulu , vakti zamanında içinde zengin tüccarların ve onlara hizmet eden kölelerin yaşadığı geniş avlulu evlerle çok güzel bir şehir. Neredeyse tamamı tek katlı evler rengarenk, içlerinde inanılmaz güzel antikalar dolu. 21. Yüzyılda yaşadığımızı evlerin içindeki televizyonlardan anlıyorsunuz neredeyse. Trinidad zengin bir şehirmiş. Zenginliğinin kaynağı şeker kamışı,  köle tacirliği ve yasa dışı işlermiş. Trinidad acik hava muzesini andiran 500 yıllık bir şehir,  yürüyerek  birkaç saatte gezilebiliyor. 








Dünya tatlısı Küba’lı çocuklar ...


Sevimli amcalar...


Afrikalı ataları gibi giyinmiş teyzeler...


Tam da biz Küba’dayken meğer Küba ve Amerika, siyasi açıdan ilişkilerini normalleştirme kararı almış, Amerika 1960’dan beri uyguladığı ambargoyu yumuşatacak ve Havana’da büyükelçilik açacakmış.

Küba tarihiyle, insanıyla, dokusuyla, yaşam tarzıyla hiçbir yere benzemeyen, bambaşka bir ülke. Amerika’yla yakınlaşmasıyla bu kendine özgülüğü gittikçe azalacaktır. Umarım Küba halkının hayrına olur her ne olacaksa bundan sonra. Standartları yükselecek, dünyayla iletişim kuvvetlenecektir vs...ama mutluluk gelecek midir ? Bizler elimizde bir sürü imkan olduğu için daha mı mutluyuz ? Bilmiyorum. Yaşayıp göreceğiz. Küba’yı ve halkını o kadar çok sevdim ki artık Küba ile ilgili her haber, her gelişme beni fazlasıyla ilgilendiriyor olacak. 

Çok sevdik seni Küba ...Hasta la vista ! (Görüşmek üzere )




21 Ekim 2014 Salı

Pembe Umuttur

Merhaba,


Ekim ayı meme kanseri bilinçlendirme ayı . 2 sene önce tam bu vakitler ablamın meme kanseri olmasına üzülürken, onun ameliyatı ve kemoterapi başlangıcından hemen sonra , 2012 Kasım’da meme kanseri olduğumu öğrenmiştim. Tedavi zamanı yaşadıklarımı , kanserle nasıl başetmeye çalıştığımı burada paylaşmıştım sizinle. Çok şükür o günler geride kaldı. Zorluklar yaşadım bir sürü ama geriye dönüp baktığımda başka türlü hiçbir şekilde öğrenemeyeceğim hayat dersleri almışım. Bana o günlerden kalan en büyük arıza ise yeniden kanser olma korkusudur. Ancak takdir edersiniz ki bu korkuyla yaşanmaz , onun yerine gerekli tüm kontroller bir gün bile aksatılmadan yapılır. Ayrıca sağlıklı yaşam için gereken tüm çaba eksiksiz yerine getirilir. 



Pek çok insan ve kurum meme kanserinin erken teşhisi için büyük bir özenle çaba gösteriyor. “Pembe Umuttur” mesajıyla meme kanseri konusunda bilinçlendirme hedefleyen güzel bir blog var takip ettiğim : http://memekanserilesavas.blogspot.com.tr/

Meme kanseri hakkında çok güzel bilgilendiriyor , yazıları ve tavsiyeleri rehber niteliğinde.

Bir ara yaptırırım deyip atlamayın lütfen , mamografi ve ultrasonu sakın ihmal etmeyin. Meme kanserinde erken teşhis hayat kurtarıyor ve meme kanserini ölümcül bir hastalık olmaktan çıkarıyor. Erken teşhisi sağlayan mamografinin herhangi bir zararı yok.

Sağlıklı , kanserden uzak bir hayat diliyorum hepimize.



7 Eylül 2014 Pazar

Thassos

Geçen seneki Sakız adası tatili ile Yunan adalarına ilk girişi yapmıştık, bu yaz da Thassos ile seriyi devam ettirelim dedik. Bu gördüğüm ikinci Yunan adası , yine çocukluğumdaki gibi bakir plajlardan denize girme zevkini yaşadım Sakız’da olduğu gibi. Turing’den uluslararası ehliyet ve yeşil sigorta gibi vakit almayan, sadece para alan formaliteleri tamamlayıp 29 Ağustos sabaha karşı yola çıktık.  Tarihi özellikle belirtiyorum , sakın ola Ağustos sonuna Thassos’a gitmeye kalkmayın. Sıra yokken 10 – 15 dakikada geçilen İpsala sınır kapısından yaz tatili bittiği ve okullar açıldığı için Almanya’ya geri dönen pek çok kişi olduğundan biz 5.5 saatte geçebildik ! Eziyet oldu , ancak Keramotiye varıp feribota bindiğimiz anda herşeyi unuttuk. Martılara ekmek verip denize bakarak ferahladık ve sınırdaki 5.5 saatlik azabın etkisinden kurtulduk.


Keramoti'den Thassos'a feribotla giderken martılar



Thassos yemyeşil  bir ada , her zevke uygun pek çok plajı var. Benim gördüğüm ve yüzdüğüm plajlar  : Golden Beach , Paradise Beach, Aliki , Notos , Tarsanas, Papalimani ve La Scala. Hepsini de gitmeden önce okumuştum , nokta atışı yaparak önceden tavsiye edilenlere gittik sadece. Gerçi 3.5 günde bayağı bir plaj görmüş olduk. Ben en çok Aliki plajının arkasından patika yolla gidilen arkeolojik kalıntılı denizi sevdim. Bol balıklı , acayip berrak , çok güzel bir denizi vardı. Kayaların üzerinden , düşmemeye ve deniz kestanelerine basmamaya çalışarak girdik denize. Zor olan güzeldir diye düşünüyorum , kayalardan kayıp kafamı yarmaktan korkarak girdiğim deniz en güzeliydi. 

Konfor isteyene ise La Scala ve Papalimani’yi tavsiye ederim , gayet güzeldi onlar da. 

La Scala Beach

Papalimani


Sakız’da da, Thassos’da da beach’lere girmek için para vermiyorsunuz. En fazla 3 Euro şezlong parası alınıyor, hatta çoğu yerde sadece bir şey yer ya da içerseniz onu ödeyip karşılığında plajdan bütün gün faydalanıyorsunuz. Para tırtıklamak için etrafınızda dolanan kimse olmuyor. Bir de denizde neredeyse hiç tekne yoktu. Dolayısıyla tekneden hunharca ve terbiyesizce salınan sintinenin yarattığı öfkeyi yaşamadan huzur içinde denize giriyorsunuz.

Aliki



Thassos’la ilgili tavsiyelerimi şöyle sıralayayım :

-Aliki’de denize girilir.
-Simi’de en az bir akşam mutlaka balık, ahtapot yenir , bir gün önceden rezervasyon yapmanız gerekir.
-Panagia köyüne gidilir , kuzu ya da oğlak çevirme yenir.

Panagia köyünden Golden Beach manzarası


-Theologos köyüne gidilir , köyün küçük sevimli müzesi gezilir. Dev çınar gölgeli “Old Museum” kafesinde oturulup frappe içilir. Yol kenarındaki teyzeden zeytinyağı ve bal alınır.

Theologos köyü




-Kazaviti’ye bir akşamüstü gün batmadan gidilir. Monastery okunu takip ederek adanın tepesindeki Manastıra çıkıp muhteşem manzaraya bakılır-mış. Biz yapamadık çünkü gece karanlıkta gittik ve bir şey göremedik. Sevimli bir köy kahvesinde frappe içip döndük.

Thassos sevimli bir ada, Doğu kısmı sanırım daha güzel. Biz Potamias ve Panagia'da kaldık. Bir daha gider miyim , evet , sırf Aliki'de bir kez daha yüzmek ve Papalimani'de aşağıdakileri bir daha yemek için tekrar giderim. Size de tavsiye ederim.




10 Temmuz 2014 Perşembe

Kış Uykusu



Nuri Bilge Ceylan’ı ilk Mayıs Sıkıntısı filmi ile tanıdım. Uzun ve seyretmesi zor bir filmdi , öyle akıp giden , kolayca izlenen , kafa boşaltmaya yardımcı gişe filmleri gibi değildi tabi. Ama sabredip seyredene ödül olarak son derece doğal oyunculuklar sunan , alışageldiğimiz filmlerden farklı bir filmdi. 2014 Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye kazanan “Kış Uykusu”nun vizyona girmesini sabırsızlıkla bekledim. 3.5 saat sürdüğü için gündüz gittim , filmi hakkını vererek , dinç kafayla seyretmek istedim. Özendiğime değdi doğrusu.


Filmin seyri boyunca düşündüren , sorgulatan bir film Kış Uykusu. Pek çok insani zaafı ve kusuru vurgulamadan ve abartmadan, inceden gözümüzün önüne seriyor. Haluk Bilginer’in büyük bir başarıyla canlandırdığı Aydın karakterinin nezaketle perdelediği kibri mesela. Yerel bir gazete için yazdığı yazılarda toplumu daha iyiye götürmek adına yaptığı tespit ve önerilerde , içinde olmadığı  , anlayamayacağı konular hakkında ahkam kesmesi. Aydın’ın sahibi olduğu otelin karanlık odalarına hapsolmuş genç karısı Nihal’in yardımseverlik çalışmalarıyla boğucu çemberini kırmaya çalışması, Aydın’ın karısının bu çabalarını küçümsemesi. Nezaketi elden bırakmadan “Nihalcım , ah iki gözüm , bu işler böyle olmaz ki “ ukalalığı. Aydın ile kız kardeşi arasındaki gayet medeni ve usturuplu, kabalaşmayan bir dille birbirlerine laf sokmaları. Adeta birbirlerini laf ve imalarla dövmeleri. Baktığında seviyesizlik , çirkinlik , bağırtı , çağırtı yok. Ama samimiyetsizlik diz boyu.


Oyunculuklar mükemmel , Aydın rolünde Haluk Bilginer döktürüyor, kızkardeş Demet Akbağ süper, Aydın’ın karısını canlandıran Melisa Sözen’in oyunculuğu zaten çok konuşuldu ve beğenildi, imamı canlandıran Serhat Kılıç’a alkış tutasım geldi. İnsanın içine işleyen sahneler filmde bolca mevcut. Babasından okkalı bir tokat yiyen küçük çocuğun (İlyas) babasının yüzüne bakışındaki ifadesi , Aydın’ın otelinde kalan motorsikletle orayı, burayı gezen , bir sürü şey yapan ama aslında hiçbirşey yapmayan  gençle Aydın arasındaki kibir dolu samimiyetsiz muhabbet, muhtemelen Aydın’ın nazik ukalalığından bunalıp kendini hayır işlerine vuran Necla'nın Aydın’la ilgili haklı ve isabetli tespitlerini ağlayarak haykırması , ve bunu yaparken tıpkı bir çocuk gibi ağlaması.


Zamanında İstanbul’un insanı sürekli meşgul tutan sosyal hayatından çıkıp Anadolu’ ya gelmiş , uzun kışlarını içine tıkılıp kaldıkları karanlık otel odalarında geçiren Aydın ve kızkardeşinin arasındaki bol laf çakmalı diyaloglar içimi şişirdi , ancak sıkıldığımdan ya da beğenmediğimden değil. Çok iyi oyunculuktu. İçimi şişirense kardeşlerin bile birbiriyle candan , içten , samimi bir ilişki kuramamış olmasıydı. Aydın’ın karısı Nihal ise daha sempati duyulan bir karakter : yaşlı kocanın genç ve güzel karısı olarak ruhsal ve bedensel yalnızlığının yarattığı hüznü yüzünden okunan Nihal, aydın ukalalığı sergileyen kocasının ‘bu işler nasıl olur, ben bilirim’ tavırlarından odasına kapanarak uzak durmaya çalışıyor. Çevredeki okullar için yardım toplama çalışmaları yaparak varlığını anlamlandırmaya çalışıyor.  


Nuri Bilge Ceylan’a büyük saygı duyuyorum , hem yönetmenliğinden dolayı , hem de büyük ödüller alırkenki mütevazi halleri için. Kış Uykusu’nda eleştirilecek yanlar da vardır belki , bilemiyorum. Ben çok severek seyrettim , ve diğer NBC filmlerinden farklı olarak bu filmde bol replik olmasını da sevdim. Nuri Bilge Ceylan severlere Kış Uykusu hala vizyondayken gitmelerini öneririm.