15 Kasım 2013 Cuma

Kanser tanısının üzerinden geçen bir yıl...

Meme kanseri ameliyatı olduğumdan bu yana tam 1 sene geçti. Tanı konulmasıyla ameliyat arasında sadece 5-6 gün vardı . Herşey apar topar, hızlıca oldu. Geçen sene bugün, yani 15 Kasım 2012’de meme kanseri tanısıyla sol göğsüm alınmıştı. Kötü bir milat olarak kişisel tarihimde yer alır. Ancak kemoterapi sebebiyle çok zor geçen bir kıştan ve kendimi hızla toparladığım aylardan sonra bugün geldiğim noktada diyebiliyorum ki “öldürmeyen güçlendirirmiş gerçekten “

Şanslıydım ki koltuk altı lenflere sıçramamıştı. Yayılma hızı yüksek tümördü, tam zamanında yakalandı. Östrojen reseptör düzeyi pozitif, progesteron reseptör düzeyi negatif, Her-2 kuvvetli pozitif , Ki-67 pozitif şeklinde bir pataloji raporu çıkmıştı. Kemoterapi ve sonrasında da 1 sene daha 3 haftada bir Herceptin tedavisi almamı gerektiren bir patoloji raporuydu.

En zoru kemoterapiydi. O dönem yaşadıklarımı burada paylaşmaya çalışmıştım. Şimdi dönüp baktığımda çok uzun süren bir kabus gibi geliyor. Ama atlattıktan sonra yaşadığım mutluluğun tarifi yok. Sağlıklı geçen her günüme defalarca şükrediyorum artık. Eskiden sinirlerimi hoplatan şeylere artık takılmıyorum. Her anımı dolu dolu geçirmeye çalışıyorum. Sevdiğim insanlara eskisinden daha da çok önem veriyorum. Herşey eskisinden daha güzel gözüküyor gözüme. O dönemde eşimden , ailemden , arkadaşlarımdan ve işyerimden gördüğüm müthiş destekden dolayı kendimi çok şanslı hissediyorum.

Ablamla aynı dönemde meme kanseri olup, aynı dönemde kemoterapi görmüştük. Birbirimizi o kadar iyi anlıyorduk ki...Kanser olmuş birinin neler yaşadığını ancak kanser olmuş ve kemoterapi denen o kabusu yaşamış biri anlayabilir.  Doktorlar dahi kanserli hastalara bilgilendirme amaçlı tüm detaylarına vakıf bir şekilde anlattıkları yan etkilerin, yaşayana kendisini nasıl hissettirdiğini anlayamaz, bilemez. Eğer kendisi yaşamadıysa tabi.

Kendisi de kanser illetini yaşamış bir doktorun,  İstanbul Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Ahmet Erözenci’nin yakın zamanda yayınlanan bir kitabı var :  “Bir Türk Filmi Olarak Kanser – Kanserle İletişim” . 1986 yılında, 30 yaşını sürerken lenf kanseri olduğunu öğrenmiş. “Otuz yaşımda kansere yakalandım. O güne dek benim için kanser, hastalara tanı olarak söylediğim bir hastalıktan ibaretti. Kanser ameliyatlarına girerdim, hastaların ameliyat sonrasında bakımını yapardım. Sonra da ilaç veya ışın tedavisi için sevk yazardım o kadar. Hastalıkla beraber balkonun öbür tarafında nasıl bir yaşam olduğunu gördüm. O güne dek isim olarak bildiğim kimi ilaçların yan etkilerinin kişiyi nasıl insanlıktan çıkardığını yaşadım."




Ahmet Erözenci henüz mesleğinin başında , genç bir doktorken lenf kanserine yakalanmış. 32 yıllık hekimlik hayatında tedavi ettiği yüzlerce kanser hastası ile arasındaki iletişimden yola çıkarak yazdığı, kanser hastalarına yönelik bu kitap , iletişimin kanseri yenmedeki payının ne kadar önemli olduğunu anlatıyor .  Kanser hastalarını ve yakınlarını bilgilendirmeyi hedefleyen bu kitabın, kanser hastalarını anlayabilecek birinin kaleminden çıkmış olması önemli. Ablası ve abisini kanserden kaybeden Erözenci, kendisi de zamanında kansere karşı mücadele verdiği için,  kanseri her açıdan bilen, yaşamış biri.

İlk tanı konduğu an hissedilenlerle ilgili yazdıkları tam da doktorum bana biyopsi sonucunu söylediğinde hissettiklerimi özetliyor: Tanı konduğu an itibariyle kişi “hasta” statüsündedir, diğer insanlardan farklıdır. Üstelik konan tanı da grip gibi neredeyse ağızlara sakız olmuş bir hastalık değil, kanserdir. O güne dek elde etmek, korumak, edinmek için hiçbir çaba göstermediği , varlığını her zaman demirbaş olarak gördüğü ve yakalandığı ufak tefek hastalıklar sonrasında kolaylıkla eski konumuna gelen sağlığı bu sefer ciddi bir tehdit altındadır. Geri kazanmasının kolay olmayacağı bir yana, kazanıp kazanmayacağını bile bilmemektedir.

Aradan geçen tam bir seneden sonra, bugün kendimi çok şanslı hissediyorum, o günleri geride bıraktığım için. Yaşadıklarımı paylaşmak için yazmaya başladığım bu blogda artık kanserden başka konular hakkında da yazabildiğim için çok mutluyum.

Bugünün şarkısı “Slow me down” ...Aşağıdaki linke tıklayın ve dinleyin. “You slow me down - beni yavaşlatıyorsun ” şeklindeki nakaratla ben de kansere şöyle sesleniyorum : Beni yavaşlattın bir dönem , evet, ama pistin dışına itemedin. Hatta güçlendirdin beni. Sağol. Ama mümkünse bir daha görüşmeyelim :-)




11 Kasım 2013 Pazartesi

Her Millet Layık Olduğu Şekilde Yönetilir

Evlerin içine bile müdahele etmeye kalkıyorlar artık. "Yok artık" diyeceğimiz birşey kalmayacak galiba yakında. Gerçekten bu kadarını hakettik mi milletçe ?

"Her Millet Layık Olduğu Şekilde Yönetilir". Doğru galiba. 

Atam , sen bize fazlaymışsın. 





Dünyanın En Tuhaf Mahluku

Akrep gibisin kardeşim, 
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi. 
Serçe gibisin kardeşim, 
serçenin telaşı içindesin. 
Midye gibisin kardeşim, 
midye gibi kapalı, rahat. 
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
- demeğe de dilim varmıyor ama -
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!

Nazim Hikmet

5 Kasım 2013 Salı

Ağaç Yaşken Eğilir ! Eğilmese olmaz mı?

Şimdiki çocukların bir bölümü çok şanslı. Hangileri mi ? “Ağaç Yaşken Eğilir” şeklindeki bilindik atasözüne göre yetiştirilmeyen , kendi görüşlerini, ilgi alanlarını geliştirmeye izin verilen çocuklar. Benim çocukluğumu yaşadığım yıllarda büyüklerin, her türlü otoritenin sözünü kayıtsız , şartsız dinlemek en geçerli davranış biçimiydi. Başka türlü davranışlar yadırganırdı, çıkıntılık olarak değerlendirildi. Vali ya da bilmemne bakanı geçecek diye saatlerce soğuktan donarak yol kenarında bekletilen çocuklardık biz. Farklı bir fikir ya da davranış geliştirdiğimizde değil, sadece biat ettiğimizde “Aferin” alırdık. Toplumun çoğuna hakim biat kültürü nereden kaynaklı diye merak etmeye gerek var mı ?


Bu hafta Ali Efe yeni bir anaokuluna başladı. Başka bir anaokuluna gidiyordu , tekrar yeni bir okula alışma sürecine girmenin bütün sancılarını göze alıp başka bir anaokuluna geçtik – ki hep aynı yerlerde çalışan , aynı yerlere giden , aynı insanlarla iş yapan bir insan olarak daha sene başında okul değişimi bizim için radikal bir hareket oldu. Ama yeni anaokulu her açıdan içime sindi ve Ali Efe’yi ilk götürdüğüm gün girişte gözüme çarpan şu yazı bana doğru yerdeyim dedirtti :


"Ağaçlar yaşken eğilmeyecek , tam tersine dallarını ister güneşe, ister bulutlara, ister yıldızlara doğru uzatarak özgürce büyüyecekler."

Bir takım güzel alışkanlıkları çocuklukta kazandırmak çok isabetli olur tabi : Kitap okuma, spor yapma, sağlıklı beslenme alışkanlığı, nezaket , ve benzeri pek çok güzel alışkanlık, tavır. Ağaç yaşken eğilsin o zaman, güzel alışkanlıklar, güzel davranışlar için. Sorgusuz, sualsiz itaat için değil ama !

3 Kasım 2013 Pazar

Özlemiştik Behzat Ç.

Dizisine ne zaman denk gelsem zevkle izlemiştim Behzat Ç.’yi. Ancak televizyon izlemeyi sevmediğimden dizileri düzenli seyretmediğim için filmi yapılsa keşke diyordum. Neyse ki Ekim 2011’de ilk film geldi : Seni Kalbime Gömdüm. Bu ilk film Emrah Serbes'in Son Hafriyat adlı romanından esinlenilerek hazırlanmış, ‘Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi’ dizisinin oyuncu ve yapımcı kadrosu ile çekilmişti. Vizyona girdiğinde izlemiş ve de tüm Behzat Ç. hayranları gibi filme bayılmıştım.




Dün akşam sabırsızlıkla beklediğim 2. film Behzat Ç. Ankara Yanıyor’a gittim. Amirimi ve ekibini sansürsüz izlemek büyük zevkti. Film daha başlarda bizi Gezi atmosferine götürüp o günleri hatırlatıyor. Hoş, hatırlanacak bir şey değil, artık Gezi Ruhu ayrılmaz bir parçamız. Sineğe , börtü böceğe ilaç sıkar gibi ağaçlarını, özgürlüklerini savunmaya çalışan insanlara gaz sıkan polisleri , evlerin içine kadar atılan gaz bombalarını , copları arada fon olarak görüyoruz filmde. Böylece amirim ve ekibi Gezi’ye selam yolluyorlar.

Dizi olarak devam ederken RTÜK ve benzerleri tarafından rahat bırakılmayan Behzat Ç. filmlerde kurtlarını dökebiliyor neyse ki. Gerçi onca baskıya rağmen dizi olarak da gayet cesurdu.  Tavsiye ederim demek gereksiz olacak çünkü tüm sevenleri yana yakıla bekliyordur filmi ve halihazırda gitmiştir ya da tez gidecektir zaten.



Ve filmin sonundan : "Çatışıyorlar."... "Çatışmıyorlar. Direniyorlar."

Shocking Blue

Nasıl daha önce keşfetmedim diye hayıflandığım eskilerden bir rock grubu Shocking Blue. 1967’de kurulan Hollanda’lı grubun en bilinen şarkıları Venüs. Daha sonra farkli gruplar tarafından da çalınıp 1 numaraya birden fazla yükselmiş kült parça. Şarkılarını cover’lamış olanları bile üne kavuşturan grubun neredeyse tüm şarkıları güzel. Çocukluğunu 70’lerde yaşamış biri olarak o yıllarda çekilen klipler beni çok etkiliyor. Shocking Blue şarkıları güne güzel başlamak için süper seçim.



Grubun vokalisti Mariska Veres kansere yenilerek hayatını kaybeden güzel insanlardan biri. Çingenelerin egzotizmine sahip güzel gözlü Mariska’nın sesi harika. Grup 1974’de dağıldıktan sonra Mariska müzik kariyerine solo yaparak devam etmiş. Henüz 59 yaşındayken baş belası kanser onu hayranlarından, sevenlerinden ayırmış. Hayatında uyuşturucuya bulaşmamış, içki ve sigara bile kullanmamış Mariska Veres. Hayatta en sevdiği şeyler: kediler, çay ve kekmiş.



Mariska Veres’in vokaliyle benim gönlümü kazanan, bana çocukluğumu hatırlatan Shocking Blue’dan en sevdiğim şarkı aşağıdaki linkte, severseniz diğer güzel şarkıları :

never marry a railroad man
shocking you
venus
waterloo
inkpot
long and lonesome road
never release the one you love
hello darkness
hot sand
california here i come
love buzz
blossom lady
let me carry your bag