Çoğumuz yıllardır artık iyice klişeleşmiş şu cümleyi
kurmuşuzdur : "Fidel Castro ölmeden mutlaka Küba’ya gitmek lazım". Benim Küba’ya
gitme hayalim yıllar önce İstanbul Film Festivali’nde Buena Vista Social Club’ı
izlediğimde tetiklenmişti. 2000 yılındaki İstanbul Caz
Festivali'nde Buena Vista Social Club’ın konserine giden şanslı insanlardandım.
Çok ilerlemiş yaşlarına rağmen muhteşem bir performans gösteren Compay Segundo
, Ruben Gonzalez, İbrahim Ferrer ve Omara Portuondo’yu ağzım açık , içim
coşkuyla dolup taşarak dinlemiş , konseri en önlerden izleyen Küba dostlarının
bu özel ülkeye duydukları sonsuz sevgi ve sempatiyi ben de iliklerime kadar
hissetmiştim. Çocuklarının adını Fidel koyacak kadar çok Küba’yı seven ve
devrime sempati duyan insanlarımız olduğunu da o konserde görmüştüm. Daha
sonraları Compay Segundo , Ruben Gonzalez, İbrahim Ferrer vefat ettiğinde
çok üzülmüş , ancak onları hayattayken gördüğüm ve dinlediğim için de kendimi
çok şanslı hissetmiştim. Nur içinde yatsınlar. Güzel Küba’nın güzel
insanları...
Nihayet Küba’ya gitme hayalimi gerçekleştirip çok
sevdiğim insanlardan oluşan 16 kişilik harika bir grupla, uzun bir uçuş sonrası
10 Aralık akşamı Havana’ya vardık. Yol yorgunu baygın gibi uyuduğum gecenin
ardından Havana’daki ilk sabaha uyandım. Otelin kahvaltısına indiğimde sabahın
8’inde kahvaltı salonunun bir köşesinde canlı müzik yapıldığını gördüm ve “işte
bu” dedim ! Sabah uyanır uyanmaz müzik dinlemeye başlayan bir insan
olarak benim için bundan daha güzel bir güne başlangıç olamazdı. Sokağa çıktık
, rengarenk eski Amerikan arabaları ve binlerce eski binayla dolu Havana sokaklarında
gezmeye başladık. Şehrin çoğu binası yıkık dökük, bakımsız ama bu eskilik niyeyse
beni hiç hüzünlendirmedi. Herşeyin , her mekanın çok hızlı değiştiği dünyamızda
, zamanın 1959’da donduğu hissini yaratan evlere ve arabalara bayıldım ben.
Havana
Küba’nın başkenti. Aynı zamanda Karayipler’in en büyük şehri. Geçim kaynağı
puro, şeker kamışı ve mısır. Ve tabi turizm.
Havana sokaklarında çoğu yıpranmış, bazıları biraz daha
bakımlı evlerin arasından geçerek yürüdüm , evlerin kapıları açıktı,
merakımı dizginleyemeyip baktım ben de. Evlerde pencere pek yok , parmaklıklar
var çoğunda. Evin hemen girişinde bir kaç yıpranmış , eski koltuk veya sallanan
sandalye, bir de eski bir televizyon.
Neredeyse hiçbir yerde Fidel Castro’nun heykelini ya da
resmini görmedim. Sadece devrim müzesinde ve bir-iki sokak arasında karşıma
çıktı Castro’nun resimleri. Che ise heryerde, her an vardı.
Gördüğüm nadir Fidel Castro resimleri. İlk resim Devrim
Müzesi’nden , diğeri de bir sokak arasında, duvarda...
Tatil boyunca elimizden düşmeyen puroların üretildiği
puro fabrikası. Tabi ki devlete ait.
56 yıldır komünist rejimde yaşayan Küba’da Sovyetler
Birliği dağıldıktan sonra oradan gelen desteğin kesilmesiyle epey sıkıntılı bir
dönem başlamış. Devlet yardımları azalmış. Hala da insanlar genel olarak
yoksul. Ortalama aylık ücret 15-20 Dolar civarında. Profesörler bile ayda en
fazla 40 Dolar kazanıyor. Ama insanlar yine de mutlu. En azından burnundan öfke
soluyan, suratı bir karış insan pek yok ortalıkta. Fidel Castro fakirliğe
rağmen halkının çok da mutsuz olmayışını şöyle açıklamış: “Biz en zor
günlerimizi, hayatımızın neşesine, müziğe, hayat tarzımıza sarılarak atlattık.”
Aylık ücretler çok düşük olsa da son yıllarda gelişen
turizmle bazı Küba’lılar kendilerine ek gelir sağlayabilir hale gelmiş. Örneğin
evlerinin odalarını kiralayarak ya da 1950’li yıllardan kalmış ama özenle
korudukları arabalarıyla turistleri gezdirerek para kazanabiliyorlar. Her köşe
başında rastlayabileceğiniz sokak müzisyenleri CD’lerini satarak, ya da resim
çektirmek isteyen turistlerin verdiği bahşişlerle ek gelir sağlıyorlar. Yani
halkın bir kısmı bir şekilde para kazanmanın yolunu buluyor. Ek gelir
sağlayamayan insanlarsa devletin verdiği kadarıyla yetinmek durumunda. Sadece
aşağıda resmini gördüğünüz tür bakkallardan temel ihtiyaç maddelerini
alabilecek durumdalar.
Küba
tam bir canlı müzik ülkesi. Her sokakta, her köşebaşında, her kafede ve
restoranda müzik var.
Turizme
her geçen gün daha da alışıyor Küba halkı. Turistler için gayet yüksek
standartlarda oteller ve restaurantlar var. Küba'lıların geçerli bir sebep
olmadığı sürece ülkedeki otellerde konaklamaları yasak. Yalnızca otelin lobi,
gece klubü gibi bazı kısımlarına girmelerine izin veriliyor. Otelin güvenlik
görevlileri kendi vatandaşlarını göz takibine alarak, hangi amaçla orada
olduğunu sorabiliyor. Leziz yemekler yediğimiz , içtiğimiz tüm mekanlarda
Küba halkının , yani ülkenin gerçek sahiplerinin o güzelim yerlere giremiyor
olmasını iç acıtıcı buldum aslında. Turistler için gayet güzel , yüksek
standartlı oteller varken Küba halkının payına düşense turistlerin otel
odalarından alıp yollarda rastlaştığı Küba’lılara verdikleri minik otel
sabunları, şampuanları. Devrime ve Küba’daki sosyalist sisteme romantik bir
yaklaşımla “ama halk mutlu , herkes eşit, devrim yıllarca başarılı olmuş”
derken bir yandan da “iyi de kardeşim dondurma yemek için bile bir ay beklediği
olmuş bu insanların , turistlerin verdiği bir sabun , çikolata için bile delice
seviniyorlar , neyleyim böyle devrimi” şeklinde karmaşık duygular içinde
kalmadım değil...
Havana’dan
sonra Varadero’ya gittik, bir Karayip cenneti. Turkuaz deniz, bembeyaz kumlar ve
yürürken ayağımızın dibine yuvarlanan hindistan cevizleri...”Yeniden doğdum”
hissi yaratan bir kumsal...
Ve
tabi yine müzik , müzik , müzik...
Ve
Varadero’da yoga ...Daha iyi bir yer olamazdı.
Yemeklerde bolca deniz
mahsülü... Yemek yediğim her yeri çok sevdim. Favorim Havana San Francisco
meydanındaki Café del Oriente oldu , bir de La Fontana.
Küba
televizyonunda sadece iki adet devlet kanalı var ancak bazı insanlar kaçak
anten kullanarak uydu yayını seyredebiliyor. Tabi aslında uydu yayını izlemek
yasak, ancak pek çoğu gibi bu da delinmiş bir yasak. Alışveriş yaparken
konuştuğum bir Küba’lı Türk olduğumu öğrenince bana “Muhteşem Yüzyıl”ı pek
sevdiğini anlattı mesela .
Sokaklarda
gezerken arada öğrencileri gördük. Yoksulluğa rağmen özenle giydirilmiş
çocuklar. Öğrencilerin formaları pırıl pırıl, onlara iyi bakıldığını ve
eğitimin önemsendiğini anlayabiliyorsunuz. Eğitim düzeyi çok yüksek Küba’da.
Ayrıca Küba dünyada çocuk ölüm oranlarının en düşük olduğu ülkelerden. Çok
değerli doktorlar çıkıyor Küba’dan.
Küba’nın
gençleri...
Resimlerden
de tahmin edebileceğiniz üzere Küba gençliği devrime mesafeli...Onlar günümüz
standartlarına ulaşmak istiyorlar. Devrim ve Fidel Castro ile pek bir gönül
bağları yok gibi...
Küba’da
dikkatimi çeken bir şey de etrafımdaki insanlardan hiç ter kokusu gelmiyor
olması. Oysa Karayiplerin ortasında, her daim sıcak ve rutubetli. Yani doğal
olarak insan terler. Robin Hood edasıyla otel odamızın banyosundan alıp
dağıttığımız sabun ve şampuanlara inanılmaz seviniyorlar. Demek ki sabun onlar
için büyük bir lüks. O zaman nasıl oluyor da sıcak havaya ve rutubete rağmen
ter kokmuyor bu sevimli memleketin insanları?
Ernest
Hemingway – Muhtemelen bu hayatta Küba’nın tadını en çok çıkarmış insanlardan
olan Hemingway’i
es geçmeyelim...
Küba’ya
ilk kez 1928’de gelen yazar, karısına gönderdiği mektupta “son zamanlarda
kendime hayatımın geri kalan günlerinde ne yapacağımı soruyordum. Şimdi
yanıtını biliyorum: Küba’yı anlamaya çalışacağım” diye yazıyor. 1932 Nisanı’nda
adaya geri dönen Hemingway 1933’te uzun süreli kalmak için geliyor ve eski
kentin tam merkezindeki Ambos Mundos otelinin 511 numaralı odasına yerleşiyor. Daha
sonraları aşağıda resmini göreceğiniz çiftlik evine taşınıyor. Yıllarca Küba’da
yaşayan ve Küba ile anılan yazar, devrimden yaklaşık bir sene sonra Florida’ya
dönüyor. 22 Temmuz 1961’de tüfeğini ağzına dayayıp tetiği çekerek intihar
ediyor.
Hemingway’in
çok sevdiği
bar “Floridita” . Ve meşhur kokteyli Daiquiri . Hemingway her sabah saat 10’da
Floridita barına gelir, sandalyesine oturur, gazetesini getirtir ve daiquiri’sini
içermiş.
Hemingway’in
evi
Havana
ve Varadero’dan sonraki durağımız Trinidad şehri oldu. UNESCO tarafından koruma altına
alınmış olan Trinidad , mimarisi koloniyel dokulu , vakti zamanında içinde
zengin tüccarların ve onlara hizmet eden kölelerin yaşadığı geniş avlulu evlerle çok
güzel bir şehir. Neredeyse tamamı tek katlı evler rengarenk, içlerinde
inanılmaz güzel
antikalar dolu. 21. Yüzyılda yaşadığımızı evlerin içindeki televizyonlardan
anlıyorsunuz neredeyse. Trinidad zengin bir şehirmiş. Zenginliğinin kaynağı
şeker kamışı, köle tacirliği ve yasa dışı işlermiş. Trinidad acik hava muzesini andiran 500
yıllık bir şehir, yürüyerek birkaç saatte gezilebiliyor.
Dünya tatlısı Küba’lı
çocuklar ...
Sevimli amcalar...
Afrikalı ataları gibi
giyinmiş teyzeler...
Tam
da biz Küba’dayken meğer Küba ve Amerika, siyasi açıdan ilişkilerini
normalleştirme kararı almış, Amerika 1960’dan beri uyguladığı ambargoyu
yumuşatacak ve Havana’da büyükelçilik açacakmış.
Küba
tarihiyle, insanıyla, dokusuyla, yaşam tarzıyla hiçbir yere benzemeyen,
bambaşka bir ülke. Amerika’yla yakınlaşmasıyla bu kendine özgülüğü gittikçe
azalacaktır. Umarım Küba halkının hayrına olur her ne olacaksa bundan sonra.
Standartları yükselecek, dünyayla iletişim kuvvetlenecektir vs...ama mutluluk
gelecek midir ? Bizler elimizde bir sürü imkan olduğu için daha mı mutluyuz ?
Bilmiyorum. Yaşayıp göreceğiz. Küba’yı ve halkını o kadar çok sevdim ki artık
Küba ile ilgili her haber, her gelişme beni fazlasıyla ilgilendiriyor olacak.
Çok sevdik seni Küba ...Hasta la vista ! (Görüşmek üzere )